13 Ekim 2016 Perşembe

KÖKLERDEN GÖKLERE BİR KÜÇÜK ESİNTİ

Ankaranın sisli ve esrarengiz bir havası vardır. Özellikle de sonbaharda. Belki de bu yüzden, Ankaralılar sonbahara aşıktır. Ama benim ona aşık olmak için birden fazla nedenim var.  Evet ben sonbahara derinden bağ kurmuş bir Ankaralıyım. Sabahın erken saatlerinde henüz güneş bana merhaba dememişken evden çıkıyorum. Caddelerce yürüyüp, tıklım tıkış otobüslere binerek geliyorum iş yerime. İş yerim dediysem, aklımın ilk çalışmaya başladığı zamanlardan bugüne değin hapishanem olan yerim benim, okulum ! Öğretmenlik mi daha zor, öğrencilik mi? Öğretmenler odası denilen ve öğretmenlerin gün içinde toplamda en fazla 40 dakikalarını geçirdikleri bu yerde, pencere kenarında, buraya ilk girişimden bu yana hiç oturmadan ayakta, kulaklıklarımı değil çantamı dahi çıkarmadan öylece dikiliyorum. Perdeleri hafif çekilmiş olan pencerenin manzarası,  Ankara evleri ve binaların arasından yükselmiş sabah güneşi : kocaman, buğulu ve turuncu. Yeni tayinimin çıktığı bu okula yaklaşık bir haftadır her gün bu saatler gelmeme rağmen, bugünün bir farklılığı var. Güneş mi, bu oda mı, dinlediğim müzik mi? Hayır hayır hiçbiri. Benim bakış açım. Bakış açıları kişiden kişiye değişebileceği gibi, bir insanın zeka seviyesine göre de değişebilme veya sabit kalma farklılığına sahiptirler. Yani bu mevzu, bir tez konusu olacak denli derin. Oysa asıl olay başka. Beni burda, böylesine büyülenmiş bir halde diken güç kulağıma fısıldamaya başladı
“özgür müsün?”
Takmadım, ya da takmamaya çalıştım sanırım. O yüzden de cevap vermeden, güneş daha fazla yükselip sevdiğim renklerini henüz kaybetmemişken o anın tadını çıkarmaya devam ettim. Ses durmadı, tekrar fısıldadı
“burada işin ne?”
Bu ses, benim içimden bir yerlerden geliyordu ama neremden? Beynim miydi bana oyun oynayan yoksa kalbim mi? Gerçi herkesin bildiği üzre, kalp beyin emir vermezse atmaz, demek her türlü ihtimalde de ses beynimden geliyordu, ya da kim bilir ?
“sus bakim” dedim biraz muzipçe. Sabahın o saatinde felsefeye girip kendimi bunaltmak istemiyordum. Ama o anda bir farklılık vardı. Nasıl desem bilemiyorum, hani çok açsındır kaşığını çorbaya daldırırsın da içmeye üşenirsin. Aklın aslında ana yemektedir bu sefer kaşığı bırakıp çatalı eline alır ve salataya batırırsın. Ağzındaki lokma salatalık ve marullarla doludur. Oysa seni bekleyen bir kase çorba var önünde. Onun gibi bir şey, neyse nasıl anlatmam gerektiğini bilmediğimi söylemiştim. Bu sırada ses tekrar
“senin yerin burası mı?”
Diye devam edince, bunla yüzleşmeden kurtulamayacağımı anladım. Evim çok uzak olduğundan, okula en erken gelen öğretmen bendim. Saate baktım milletin gelmesine daha bi on dakikam vardı. Pencereye daha çok yaklaştım ve bakışlarım güneşin renklerinde dans ederken
“sorularına cevap vereceğim, ama önce sen benim tek sorumu cevaplamak zorundasın. “ kulağıma gelen herhangi bir yanıt olmayınca sessizce sorumun beklendiğini anladım.
“kimsin?” sorumu sorduktan sonra bir müddet bekledim ;fakat herhangi bir yanıt gelmiyordu. Bu ses benim bir parçama ait olduğuna göre benden doğru soruyu sormamı bekliyor olmalıydı, çünkü ben olsam öyle yapardım. Biraz daha düşündükten sonra
“hangi bensin?” dedim. Bu sefer cümlemin bitmesiyle sesin kulağımda yükselmesi aynı saliselere denk geldi
“çocukluğunda bırakıp, olgunlaşmaya ilk adımını attığın günden bu zamana kadar da uzaklaştığınım”
Kayıp parçam benden oyun istiyordu. Ama hiç bırakmadığım ve zamanla daha da besleyip büyüttüğüm sabırsız yanım ise beni acele ettiriyordu.
“demek çocukluğumda kalan bir parçamsın” diye tekrar ettim kendi kendime. Gözlerimi kapadım ve bulunduğum ortamdan uzaklaştığımı hissetmeye başladım. Açık pencereden süzülerek küçüklüğüme doğru kısa bir seyahat etmek üzere gökyüzüne havalandım. Sonbaharın serin rüzgarı burnumu üşütmüştü. Saçlarım uçuşuyor bazen ise ağzıma girerek rahatsızlık veriyordu. İyice yükseldikten sonra karşıma çıkan bulutların önünde durdum. Yakınımda beş tane bulut vardı. Cevap bunlardan birinde olmalıydı. Biri küçücük, tombik bir kuzuya benziyordu. İlk kuzum geldi hatırıma, ona sarı leblebi verirken, babaannemle büyükbabamın yanımda oluşlarının huzuru ve sevdiğim herkesin hayatta olduğu zamanlar. Bu güzel anılarımın olduğu buluta uğrayamazdım, öyle bir vakte sahip değildim. Hızlıca yanındakine çevirdim bakışlarımı. Bu diğerinin aksine baya büyük bir buluttu. Hafif griye çalan kısımları ve ortasındaki o büyük çukuruyla kalbimi sıkıştırdı. Bıraksam yağmur ağlayacaktı ama bırakmadım. Akmayan gözyaşlarımdan bir gül yapıp büyük buluta doğru üfledim. Beyaz gül –Candy Candy’deki Anthony’nin o görkemli bahçesinde yetiştirdiği güllerden biriydi bu- mavi gökyüzünde, güneşten bile daha parlak bir halde süzülürken buluttaki gevşemeyi hissettim. Usul usul, bulutun grisine kondu ve bulanık rengi kendi gibi bembeyaz yaptı. Kalbim ferahlayınca köşedeki buluta kaydı gözüm. Ara ara beyazları olsa da geneli güneşten aldığı her rengi yansıtıyordu bana. Gökkuşağının tüm renklerini görebiliyordum bulutta. Düşünmem gerekti bir müddet. Neye benziyordu ki? Dudaklarımın iç kısmını ısırmaya başladım hafiften. Ne zaman yoğun düşünmem gerekse farkında olmadan yaptığım bir hareketti bu. Şekli bana herhangi bir ipucu vermeyecek denli biçimsizdi. Soru işaretlerimle bir diğerine yoğunlaşmaya çalıştım zira vakit nakitti. Sarı yoğunlukta gülen bir yüz ifadesi takınmış bu buluta baktığım anda neşelendim. Ağaçlara gizlice ve korkarak tırmandığım zamanlar ve dalından yediğim çağlaların tadi geldi hatırıma. Mutluluktan gözlerim yaşardı. Sonra olgunlaşmamış o elma tadı. Ah ne uzun zaman olmuştu bu lezzetleri tatmayalı. Şehirde ağaç kalmış mıydı ki dalından yiyelim? O dönemlerde oradan oraya koşturup maceralar kovalamaktan o denli yorulurdum ki.. Gözlerimi kapadım, geçmişe gidiyorum. Sokakta oynamaktan enerjim tükendi. Koşarak eve gidiyorum, çok acelem var zira susuzluktan ölmek üzereyim. Ağzımı musluğa dayayarak lıkır lıkır içtiğim buz gibi soğuk ve berrak suyun mideme inişi sırasında aldığı yolu hissediyorum her yutkunmamda. Musluğun başında öylece kim bilir kaç bardak içmiyor adeta yiyorum suyu. Midem şişse de dinmiyor dilimdeki susuzluğum. Midem isyanlara başladığında, bu sefer başımı sokuyorum musluğun altına.nasılsa dışarısı çok sıcak, nasılsa terden ölmüşüm.. Arkadan at kuyruğu bağlı saçlarımın arasından enseme ve yüzüme yayılıyor suyun serinliği. Bir Ankaralıysanız  eğer, deniz olmadan da serinlemenin yollarını çoktan bulmuş ve hatta bunun keyfinin bir başka olduğunu savunacak hale gelmişsinizdir. Mutluluk, suyun H2Osundan hücrelerime kadar yayılıyor. Evet, keşke zamanım olsaydı bu buluta binmeye “amaaaaaa” diye uzatarak saatime baktım, olamaz ! beş dakikam kalmış. Beni öğretmenler odasında, kendi kendine konuşur halde görselerdi diye aklımdan geçirirken gülümsememe hakim olamadım  ve sonuncu buluta çevirdim bakışlarımı( Ah evet bu baya zor olmuştu benim için, oysa o sarı bulutun beni götüreceği anılara o derece ihtiyacım vardı ki). Üç bulut cepteydi. Bir bulut soru işaretlerimle süslenmiş bir halde beklerken, sonuncu buluta yoğunlaşmaya çalıştım. İnce bir çizgi halinde, parlak turuncu olan bu bulutun uzunluğu yaklaşık olarak 1,5 metre kadardı. Ama hayır hayır yılan değildi bu. Elbette sonbahardı, turuncuya dönmüş bir ağacın yaprağıydı, aşktı. İlk aşk zamanları. Çocukken illa bir insana aşık olmak zorunda değildik. Bir kuşa, böceğe, bir yıldıza, sevdiğimiz bizi heyecanlandıran her ne varsa aşık olurduk ona, o en saf duygularımızla. Hatırıma hemen rengârenk tükenmez kalemim geldi. Dışında bulunan küçük noktalardan hangisini aşağı indirirsem o rengin mürekkebini giyerdi sırtına. Onu  ilk gördüğüm an vurulmuştum hemen. Sonrasında da tek tek renklerini yitirip yazmamaya başladı. Sırf artık yazmadığı için başkaları tarafından atılma tehlikesi taşıdığı için  gizli eşyalarımı sakladığım kağıttan kutuma koyup orda gizlemeye başladım. Ta ki  benim için değerli olan o kutum bir ev temizliği esnasında kaybolana kadar. Nasıl üzüldüğümü ve kalbimin ne derece kırıldığını tahmin edersiniz. Gözyaşlarımın bana verdiği güçle çok zor unutabilmiş ve çok zor kabullenebilmiştim bu durumu. Sonbahara öpücüklü bir el sallayarak soru işareti olan buluta yöneldim. Bulut hala hatırıma hiçbir şey getirmiyordu. Ne demişti ses? “çocukluğunda bıraktığın” aşk? Sonbahar? Mutluluk? Hüzün? Kalp kırıklığı? Canlılara olan sonsuz sevgim? Bunların hepsi nadir de olsa az ya da çok hala bende var olan, bırakmadığım yanlarımdı. O halde bende bu denli bilinmezlik duygusu yaratan bu tek  buluta binmeliydim. Zaten bunca zamanda çözemediğime göre gerçekten de baya baya unutulmaya yüz tutmuş, çok uzaklarda kalan bir yanımdı, o anılarda bıraktığım. Havada süzülürken, martı ya da kelebek gibi değil adeta toprakta akarak ilerleyen bir yılan gibiiydim. Ve nihayetinde bindim bulutun üstüne. Zaten o kadar renkliydi ki inişimde hiçbir sorun yaşamamıştım (inişlerde oldukça dengesizimdir de). Bulut bir müddet hiç kıpırdamadan bekledi. Sonra hafifçe öksürür gibi birkaç ses çıkardı ve beni yavaş yavaş çevrelemeye başladı. İlk başta sadece ayaklarımın altında iken, bu sisli renkler  sağımı, solumu, önümü, arkamı, ve nihayetinde tüm bedenimi de kaplayarak beni içine aldı.
Buraya ilk girişimden bu yana hiç oturmadan ayakta, kulaklıklarımı değil çantamı dahi çıkarmadan öylece dikiliyorum.. Odaya giren bir öğretmen arkadaşımın “günaydın” demesiyle pencereye sırtımı döndüm ve ben de kocaman bir gülümseme eşliğinde “günaydın” dedim. Pek sık konuşmadığımız, aslında gözlemlerim neticesinde zaten çok da konuşkan olmayan adam belki de ilk defa gözlerimin içine baktı ve gülümseyerek karşılık verdi. Sonra bir sandalye bulup oturdu. Bense sakin adımlarla odadan çıkıp bahçe kapısına doğru yol aldım. Bahçe kapısının önünde durup karşıdaki büyük parka bir göz attım. Dışarda, çocuklarını erkenden okula getirmiş birkaç veli gördüm. Yanlarına gidip yine tüm mimiklerime yayılmış gülümsememle “merhaba” dedim. Şaşırarak “merhaba?” dediler. Sanırım benden merhaba’nın devamını beklediler. Ama ben önümdeki üç küçük mahkuma doğru eğilerek “çocuklar bol bol oynayın ve eğlenin, dersleri takmayın” dedim. Veliler aşırı rahatsız olsalar da bu deliye bir şey demekten kaçındılar (daha önce de belirttiğim gibi bu okula yeni geldiğim için, öğretmen olduğumu da bilmiyorlardı, işin doğrusu tipimden de pek anlaşılmıyordu). Çocuklar ise kıkırdayarak kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başladılar. Duydukları şey hoşlarına gitmiş olmalıydı. Onları o şekilde orda bırakıp, arkamdan beni izleyen gözlerin gölgelerini ensemde hissederken, bulduğum ilk otobüse atlayıp ortamdan uzaklaştım.  Kuğulu Park’a gitmek için indim otobüsten. Kayıp parçamla birleşmişliğin verdiği hafiflikle arşınladım kaldırımları. Acelem yoktu, gözlerim gülüyor dudaklarım susuyordu. Parka geldiğimde insansızlığın kalabalığında çokçuldum. Kuğuları seyre dalabileceğim bir bank bulup oturdum. Serin rüzgar ve ağaçların rengi sonbahardı.
“beni gördüğün ilk an nasıl da heyecanlandın öyle” dedi. Gülümsedim.
“o kadar zaman sonra, bunca unutulmuşluğun ardından beni tekrar istemendi asıl heyecanlandıran”
“biliyorum..”
Kısa bir sessizliğin ardından:
“sormaya çekiniyorum belki de korkudur bu hissettiğim bilmiyorum; ama yine merakıma yenilerek soracağım” dedim. Biraz durduktan sonra devam ettim “senden uzaklaşmaya attığım o ilk adım, hangi anımda saklı?” yanıt yine sorumun bitişiyle aynı anda kulaklarımdaydı
“kendine olan inancını yitirmeye başladığın an, ilk ne zamandı?”
Gözlerim doldu. Boğazıma geçmişte akıtamadığım gözyaşlarım oturdu, her biri tek tek dilimi yaktı. Düşüncelerim o dünyaya girmeye korkuyorlardı, oraya kuşbakışı bakmaya çalıştım. Okullar … bu eğitim öğretim (!) yuvalarında “toplum zincirlerini” boğazına ve ayak bileklerine nasıl takman gerektiğini öğretirler. Oyun arkadaşlarınla yarışıp onları geçmen gerektiğini, birincilerin sevildiğini, özgürce koşanların dışlandığını, sessiz, sakin ve her şeye boyun eğenlerinse ödüllendirildiğini. Ben okula yeni başladığım sıralarda özgür bir çocuktum. En azından o zamandan önce yaklaşık yedi yılımı özgürce koşarak ve çamura batarak geçirmiştim. Başarılı olmak, arkadaşlarımı geçmek gibi bir gayem yoktu. Koşsam yeterdi mutluluğuma. Ama sevilmezsem,, bir çocuk özgürken sevilmiyorsa ve “yaramaz” etiketi altında, sorularına dahi cevap verilmeyecek denli dışlanıyorsa.. işte bunlar her çocuğu acıtır. Sevilmek ve kabullenebilmek için koşmalarımdan, doğayı keşiflerimden vazgeçip, ders çalışmak adına eve kapanıp, gereksiz bilgileri, sonradan unutacağıma emin bir şekilde beynime beynime sokmaya zorladığım zamandı, ilk kendime olan inancımı yitirmem. Dışarda böcek incelemek saçmaydı çünkü veya ağaçlardan evler yapıp çer çöple atçılık oynamak da. Evde oturup tarih ezberlemek, savaşları öğrenmek, ırkını üstün bulmak, ne dediğini anlamadığın arapça dualar ezberlemekti  doğru olan. Bunları düşündükçe boğazımdan göz pınarlarıma akan anılar birer birer uçuşuyorlardı yıldızlara doğru. Onların yukarıya süzülüşlerini izlerken, kalbimi sıkıp duran kerpetenin başı da gevşiyor ve göğüs kafesim rahatlıyordu. Çantama uzandım ve içinden not kağıdıyla kalem çıkarıp yazmaya başladım (bu da küçüklüğümden kalma bir alışkanlıktı işte, yazmak).




Her şeyin üstünden epey zaman geçmiş gibi hissediyorum. Her saniyesini hissedersen dakikalar bir saati bulduğunda, zamanın içinde akreple yelkovan arasında bir fark olmadığını anlayabiliyor insan. Böyle bir saat, kaç haftaya bedel olur? Peki ya böyle bir hafta kaç yıla? Bana bir saat gibi gelen bir yılın ardından, aslında her saati bir aymış gibi yaşamışlığın verdiği karmaşık zaman çökertme işlemimin beynimin tam orta yerinde gerçekleşmiş olduğunu artık net bir şekilde söyleyebilirim. İnsanlar için var olan zamanın ötesinde bir yerdeyim bu evde. Güneşin her doğuşunu izleme şartı dışında hiçbir kural koymadım kendime. Yemek istediğimi yedim, içmek istediğimi içtim, uykum gelince yatağa gittim ve uykum bitince uyandım. Daha basit bir anlatımla anlatılmazdı herhalde yaşamım. Bunun dışında ise yapmak istediğim şeyi yaptım, yazdım. Hapishanemden kurtulduğumdan bu yana, ay ışığının altında parlayan yakamozlar gibi, kendi rengimde parlıyorum. Avını gözüne kestirmiş bir aslanın sessiz hazır oluşundaki o düzenin içinde bir yer buldum kendime. Tek kelimeyle şunu diyebilirim, yaşıyorum. Eminim yıllar öncesinde, toplum tarafından kabul görmek adına bıraktığım, yıllar sonrasında ise bana gelmesi için yalvardığım ve bu yakarışlarımı cevapsız bırakmayan parçamı merak ediyorsunuzdur. Ne? Benim onu çağırmadığımı mı düşünüyorsunuz? O kendiliğinden bana geldi sanıyorsunuz elbette, çünkü hikayemi eksik anlattım. Siz de haklısınız.

Biraz daha geriye gidelim, her taneciğin ayyuka çıktığı zamana. Yeni bir okula tayin isteme kararı aldığım dönemlerde derin bir buhran içindeydim. Gerek, mahkum yaşamımın farkındalığının ayyuka çıkmasından gerekse sürüye uymanın verdiği iç huzursuzluğundan dönüp kendime dedim ki “belki de ortam değiştirmelisin”. Belki de? Birkaç belki sonra hiçbir belkimin esas belki olmadığını anlayıp robotlaşmaya başladım. Robotlaşmazsam, duygularımı katarsam yani, yalnızca mutsuz bir insandım. Yine aşırı sıcak yaz günlerinden birinde, üst üste yaşadığım talihsizliklerin verdiği o sinirle, otobüse binmeyip yürüme kararı aldım. Katettiğim  kilometrelerce yolun bacak kaslarıma ve ayak tabanlarıma verdiği ağrı sonrası yolumun üstündeki parkta durdum. Oturup soluklanmak için, manzarasında ağaçların ve güvercinlerin olduğu banklardan birine kuruldum. Doğayı izlemek sık sık yaptığım bir şeydi. Ama mutsuzluğuma yetemedi.  Bir çok şey denememe rağmen bu yoğun histen bir türlü kurtulamıyor, üstüne bir de buna sinirleniyordum. Üstelik en sevdiklerim de en uzaktaydılar, kendimi koca dünyada bir başına kalmış gibi hissettim o an. Yalnızlığın karanlık kuyusuna yüz üstü düşüyor ve buna engel olamıyordum. Her ne kadar dişlerimi sıka sıka kendimi tutmaya çalışsam da kalbimden beynime ordan da gözlerime gelen çığlıklarımı engelleyemedim, sağanak halde yağmaya  başladılar. Şapır şapır dökülen gözyaşlarım uzun bir süredir güçlü kalmaya çalışan beni yıkıp paramparça etmişti. Bu hayatta gerçekten çok mutsuzdum. Oysa mutsuz olmak için, biri mi ölmüştü? İşim mi yoktu? Aç mıydım? Sağlıksız mıydım?, hiçbir neden yoktu(!) sadece mutsuzdum. Bir şey eksikti. Bir şey,, gözyaşlarım yavaş yavaş dinmeye başladığında çantamdan not defterimi çıkarıp yazmaya koyuldum

İçimde tarif edemeyeceğim bir boşluk var. Yoksa eskiden burayı dolduran bir ben mi vardı? Ben? Hey ben neredesin? Görmüyor musun sensiz ben bir hiçim. Orda mıydın yoksa hiç mi olmadın? Ama bir zamanlar ben mutluydum. Demek ki sen vardın, gerçeksin..Şuan belki deliriyor bile olabilirim. Ama bu düşünce beni neden heyecanlandırdı? Seni bulmak istiyorum.  Ama senle nasıl iletişime geçmem gerektiğini bilmiyorum. Sadece bir şeyler deniyorum kendi çapımda. Belki de böyledir? Olabilir mi? Neredesin? Seni  sonbaharın içinde, sarılara bulanmış ve bu halinden oldukça memnunken düşlüyorum. “valse” ezgileri beynimden kalbime doğru hücuma geçiyorlar, duyuyor musun?  Bu, tek güzel savaş sanırım. Notaların bana saldırmalarından memnunum. Peki sence neden saldırıyorlar? Neden savaşıyorlar da sevişmiyorlart? Bu da yine senle alakalı bence. Bunu şuan fark ediyorum. Sen olmadığın için bu kavga bu telaş. Seni bulmak istiyorum. Belki de hemen yanı başımdasındır da benden kaynaklı bir göremeyiştir bu. Tıpkı karıncaların bizi göremediği gibi. Belki de bunca zaman senin farkında olmadığım için kırgınsındır bana. Ya da bunca zaman, seni görememekte direten bana bir sınavdır bu. İnanıyorsam, seni bulmak adına uğraşmalıyım. Ben olsam uğraşılmak isterdim. Demek o halde kesinlikle durumun bu. Yoksa bu boşluk boşuna olamaz. Bu kadar anlamsız olamaz. En azından bir ipucu var elimde. Kaç ipucu sonra bulurum kokunu? Neyi çok merak ediyorum biliyor musun? Biz birleştiğimizde neler, hangi renkler çıkacak içimizden? Hangi suyu içecek hangi besini öğüteceğiz içimizde? Belki de daha önce hayallerime hiç değmemiş bir renk saracak evreni ve biz senle bambaşka düşlere şarkılar söyleyeceğiz. Bu evrenin dışına taşacağız, tüm fizik ve matematik kurallarını yok sayarak yeni bir benlikte yeni bir enerji doğuracağız. Ve bu evrende her türlü canlı ve cansız varlık sadece mutlu olacak. Dert ve mutsuzluk nedir hiç bilmeyecekler. Biz senle birleştiğimizde yer, gök olacak. Herkes her şey uçabilecek, akıl sınırlarından taşıp deliliğin özgürlüğüne kavuşacak, ne insan hayvan ne de hayvan bitki ve bir bakteri hiçbiri birbirinden ayrılmayacak. Ya da belki biz senle birleştiğimizde yaşadığımız şu evren yerli yerinde dursa dahi bir deniz yıldızının hayatı kurtulmuş olacak . benim boşluğuma o da yeter. Sen yeter ki gel..
O gün bu satırlar istem dışı çıkmıştı kalemimden. Her harf ve kelime kendi akıcılığında yönetmişti beni. Düşündükçe yazıyor yazdıkça düşünüyordum. İşin en ilginç kısmı ise yazım bittiğinde başımı kaldırdığım an, iki güvercinin birbirlerine gagalarını değdirerek sevgi öpücükleri kondurmasındaydı. Bu, çok büğülü bir zaman dilimiydi. Aylar sonrasında bir sonbahar sabahı ansızın gelmişti çağırdığım. O rengarenk bulutun içinde onu gördüğümde hemen hatırladım. Kalp atışlarım saatin tik taklarını geçmişti heyecandan. Ve ben tıpkı o güvercinler gibi dudağımdan dudağına verdim tüm sevgimi. Sonra o dudağımdan ağzıma ordan da kalbime girdi. O zamandan beridir de boşluğum yok benim.


{Dışarda böcek incelemek saçmaydı çünkü veya ağaçlardan evler yapıp çer çöple atçılık oynamak da. Evde oturup tarih ezberlemek, savaşları öğrenmek, ırkını üstün bulmak, ne dediğini anlamadığın arapça dualar ezberlemekti  doğru olan. Bunları düşündükçe boğazımdan göz pınarlarıma akan anılar birer birer uçuşuyorlardı yıldızlara doğru. Onların yukarıya süzülüşlerini izlerken, kalbimi sıkıp duran kerpetenin başı da gevşiyor ve göğüs kafesim rahatlıyordu. Çantama uzandım ve içinden not kağıdıyla kalem çıkarıp yazmaya başladım (bu da küçüklüğümden kalma bir alışkanlıktı işte, yazmak).
“Güldü. Dişleri bembeyazdı, tertemiz parladı. Tıpkı gözleri gibi. Gözlerinde güneşi gördüm ve diğer yıldızları. Gülüşünde baharın kokusu vardı, içime çektim. Bana sonbaharı hatırlatan bir duruş içinde, hani kar yağar da başını kaldırıp bakarsın göğe, öyle bir sevinçti kalbimde hissettiğim. Onun çocuksuluğu mu bana geçmişti, yoksa benle o iç içe mi geçmiştik? Ona soramadım, sadece baktım. Görmeye devam etmek arzusu kalbimin atışlarını hızlandırırken, ayaklarımdan beynime bir titreme geliyordu. Onu ellerimde, tenimde, dudaklarımda, kalbimde, beynimde.. Beynimde hissediyorum onu beynimde ! Gözlerimi kapadım, gülümsemesi bendeydi artık. Dışardan bakan biri diyebilirdi ki “bu gülen bir peri”, başka biri “hayır martı bu” derdi. Oysa, ruhumdu. Denizin sakinliğindeki ruhum. Uzun zamandır unutulmuşluklarda kalmasına rağmen, hiç zayıflamamış, neşesinden bir gram kaybetmemiş ruhum. Onu aldım, canıma sardım. Koynumda uyuyacaktı artık her gece. Kabuslarım son buldu böylece.”}
Her ruh kendine has bir yapıya sahiptir. Ama biz insanlar kendi ruhlarımızı bir kenara bırakıp aynılaşmaya çalışırız. Tek bir ruh varmışçasına hareket eder ve taklitler sonucu hapishanelerimizi kendi ellerimizle inşa ederiz. Artık o hapishanelerde herkes tek tip ve aynıdır. Şarkı söylemek isteyen kaç ruh var acaba, bedeni tarafından mühendis olmaya terk edilmiş. Ya da dans edecekken garsonlaştırılmış. Burası kayıp ruhlar dünyası. Senin ruhun hangisi? İçindeki boşluğu dolduruyordu bir zamanlar. Belki de çamurlardan tabak yaptığın bir döneme aittir? Gizli gizli yazdığın şiirlerin dizelerinde unutulmuştur belki? Peki sen hangi hapishanedesin? Bu tutsaklıkta bizi kalmaya zorlayan güç, bir yanılsama olabilir mi? Ama biliyorsun zaten,  hayat kısa ve kuşlar uçuyor…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder