Ankaranın sisli ve esrarengiz bir havası vardır. Özellikle
de sonbaharda. Belki de bu yüzden, Ankaralılar sonbahara aşıktır. Ama benim ona
aşık olmak için birden fazla nedenim var.
Evet ben sonbahara derinden bağ kurmuş bir Ankaralıyım. Sabahın erken
saatlerinde henüz güneş bana merhaba dememişken evden çıkıyorum. Caddelerce
yürüyüp, tıklım tıkış otobüslere binerek geliyorum iş yerime. İş yerim
dediysem, aklımın ilk çalışmaya başladığı zamanlardan bugüne değin hapishanem
olan yerim benim, okulum ! Öğretmenlik mi daha zor, öğrencilik mi? Öğretmenler
odası denilen ve öğretmenlerin gün içinde toplamda en fazla 40 dakikalarını
geçirdikleri bu yerde, pencere kenarında, buraya ilk girişimden bu yana hiç
oturmadan ayakta, kulaklıklarımı değil çantamı dahi çıkarmadan öylece
dikiliyorum. Perdeleri hafif çekilmiş olan pencerenin manzarası, Ankara evleri ve binaların arasından yükselmiş
sabah güneşi : kocaman, buğulu ve turuncu. Yeni tayinimin çıktığı bu okula
yaklaşık bir haftadır her gün bu saatler gelmeme rağmen, bugünün bir farklılığı
var. Güneş mi, bu oda mı, dinlediğim müzik mi? Hayır hayır hiçbiri. Benim bakış
açım. Bakış açıları kişiden kişiye değişebileceği gibi, bir insanın zeka
seviyesine göre de değişebilme veya sabit kalma farklılığına sahiptirler. Yani
bu mevzu, bir tez konusu olacak denli derin. Oysa asıl olay başka. Beni burda,
böylesine büyülenmiş bir halde diken güç kulağıma fısıldamaya başladı
“özgür müsün?”
Takmadım, ya da takmamaya çalıştım sanırım. O yüzden de
cevap vermeden, güneş daha fazla yükselip sevdiğim renklerini henüz
kaybetmemişken o anın tadını çıkarmaya devam ettim. Ses durmadı, tekrar
fısıldadı
“burada işin ne?”
Bu ses, benim içimden bir yerlerden geliyordu ama neremden?
Beynim miydi bana oyun oynayan yoksa kalbim mi? Gerçi herkesin bildiği üzre,
kalp beyin emir vermezse atmaz, demek her türlü ihtimalde de ses beynimden
geliyordu, ya da kim bilir ?
“sus bakim” dedim biraz muzipçe. Sabahın o saatinde
felsefeye girip kendimi bunaltmak istemiyordum. Ama o anda bir farklılık vardı.
Nasıl desem bilemiyorum, hani çok açsındır kaşığını çorbaya daldırırsın da
içmeye üşenirsin. Aklın aslında ana yemektedir bu sefer kaşığı bırakıp çatalı
eline alır ve salataya batırırsın. Ağzındaki lokma salatalık ve marullarla
doludur. Oysa seni bekleyen bir kase çorba var önünde. Onun gibi bir şey, neyse
nasıl anlatmam gerektiğini bilmediğimi söylemiştim. Bu sırada ses tekrar
“senin yerin burası mı?”
Diye devam edince, bunla yüzleşmeden kurtulamayacağımı
anladım. Evim çok uzak olduğundan, okula en erken gelen öğretmen bendim. Saate
baktım milletin gelmesine daha bi on dakikam vardı. Pencereye daha çok
yaklaştım ve bakışlarım güneşin renklerinde dans ederken
“sorularına cevap vereceğim, ama önce sen benim tek sorumu
cevaplamak zorundasın. “ kulağıma gelen herhangi bir yanıt olmayınca sessizce
sorumun beklendiğini anladım.
“kimsin?” sorumu sorduktan sonra bir müddet bekledim ;fakat
herhangi bir yanıt gelmiyordu. Bu ses benim bir parçama ait olduğuna göre
benden doğru soruyu sormamı bekliyor olmalıydı, çünkü ben olsam öyle yapardım.
Biraz daha düşündükten sonra
“hangi bensin?” dedim. Bu sefer cümlemin bitmesiyle sesin
kulağımda yükselmesi aynı saliselere denk geldi
“çocukluğunda bırakıp, olgunlaşmaya ilk adımını attığın
günden bu zamana kadar da uzaklaştığınım”
Kayıp parçam benden oyun istiyordu. Ama hiç bırakmadığım ve
zamanla daha da besleyip büyüttüğüm sabırsız yanım ise beni acele ettiriyordu.
“demek çocukluğumda kalan bir parçamsın” diye tekrar ettim
kendi kendime. Gözlerimi kapadım ve bulunduğum ortamdan uzaklaştığımı
hissetmeye başladım. Açık pencereden süzülerek küçüklüğüme doğru kısa bir
seyahat etmek üzere gökyüzüne havalandım. Sonbaharın serin rüzgarı burnumu
üşütmüştü. Saçlarım uçuşuyor bazen ise ağzıma girerek rahatsızlık veriyordu.
İyice yükseldikten sonra karşıma çıkan bulutların önünde durdum. Yakınımda beş
tane bulut vardı. Cevap bunlardan birinde olmalıydı. Biri küçücük, tombik bir
kuzuya benziyordu. İlk kuzum geldi hatırıma, ona sarı leblebi verirken,
babaannemle büyükbabamın yanımda oluşlarının huzuru ve sevdiğim herkesin
hayatta olduğu zamanlar. Bu güzel anılarımın olduğu buluta uğrayamazdım, öyle
bir vakte sahip değildim. Hızlıca yanındakine çevirdim bakışlarımı. Bu
diğerinin aksine baya büyük bir buluttu. Hafif griye çalan kısımları ve
ortasındaki o büyük çukuruyla kalbimi sıkıştırdı. Bıraksam yağmur ağlayacaktı
ama bırakmadım. Akmayan gözyaşlarımdan bir gül yapıp büyük buluta doğru
üfledim. Beyaz gül –Candy Candy’deki Anthony’nin o görkemli bahçesinde
yetiştirdiği güllerden biriydi bu- mavi gökyüzünde, güneşten bile daha parlak
bir halde süzülürken buluttaki gevşemeyi hissettim. Usul usul, bulutun grisine
kondu ve bulanık rengi kendi gibi bembeyaz yaptı. Kalbim ferahlayınca köşedeki
buluta kaydı gözüm. Ara ara beyazları olsa da geneli güneşten aldığı her rengi
yansıtıyordu bana. Gökkuşağının tüm renklerini görebiliyordum bulutta. Düşünmem
gerekti bir müddet. Neye benziyordu ki? Dudaklarımın iç kısmını ısırmaya
başladım hafiften. Ne zaman yoğun düşünmem gerekse farkında olmadan yaptığım
bir hareketti bu. Şekli bana herhangi bir ipucu vermeyecek denli biçimsizdi.
Soru işaretlerimle bir diğerine yoğunlaşmaya çalıştım zira vakit nakitti. Sarı
yoğunlukta gülen bir yüz ifadesi takınmış bu buluta baktığım anda neşelendim. Ağaçlara
gizlice ve korkarak tırmandığım zamanlar ve dalından yediğim çağlaların tadi
geldi hatırıma. Mutluluktan gözlerim yaşardı. Sonra olgunlaşmamış o elma tadı.
Ah ne uzun zaman olmuştu bu lezzetleri tatmayalı. Şehirde ağaç kalmış mıydı ki
dalından yiyelim? O dönemlerde oradan oraya koşturup maceralar kovalamaktan o
denli yorulurdum ki.. Gözlerimi kapadım, geçmişe gidiyorum. Sokakta oynamaktan
enerjim tükendi. Koşarak eve gidiyorum, çok acelem var zira susuzluktan ölmek
üzereyim. Ağzımı musluğa dayayarak lıkır lıkır içtiğim buz gibi soğuk ve berrak
suyun mideme inişi sırasında aldığı yolu hissediyorum her yutkunmamda. Musluğun
başında öylece kim bilir kaç bardak içmiyor adeta yiyorum suyu. Midem şişse de
dinmiyor dilimdeki susuzluğum. Midem isyanlara başladığında, bu sefer başımı
sokuyorum musluğun altına.nasılsa dışarısı çok sıcak, nasılsa terden ölmüşüm..
Arkadan at kuyruğu bağlı saçlarımın arasından enseme ve yüzüme yayılıyor suyun
serinliği. Bir Ankaralıysanız eğer,
deniz olmadan da serinlemenin yollarını çoktan bulmuş ve hatta bunun keyfinin
bir başka olduğunu savunacak hale gelmişsinizdir. Mutluluk, suyun H2Osundan
hücrelerime kadar yayılıyor. Evet, keşke zamanım olsaydı bu buluta binmeye
“amaaaaaa” diye uzatarak saatime baktım, olamaz ! beş dakikam kalmış. Beni
öğretmenler odasında, kendi kendine konuşur halde görselerdi diye aklımdan geçirirken
gülümsememe hakim olamadım ve sonuncu
buluta çevirdim bakışlarımı( Ah evet bu baya zor olmuştu benim için, oysa o
sarı bulutun beni götüreceği anılara o derece ihtiyacım vardı ki). Üç bulut
cepteydi. Bir bulut soru işaretlerimle süslenmiş bir halde beklerken, sonuncu
buluta yoğunlaşmaya çalıştım. İnce bir çizgi halinde, parlak turuncu olan bu
bulutun uzunluğu yaklaşık olarak 1,5 metre kadardı. Ama hayır hayır yılan
değildi bu. Elbette sonbahardı, turuncuya dönmüş bir ağacın yaprağıydı, aşktı.
İlk aşk zamanları. Çocukken illa bir insana aşık olmak zorunda değildik. Bir
kuşa, böceğe, bir yıldıza, sevdiğimiz bizi heyecanlandıran her ne varsa aşık
olurduk ona, o en saf duygularımızla. Hatırıma hemen rengârenk tükenmez kalemim
geldi. Dışında bulunan küçük noktalardan hangisini aşağı indirirsem o rengin
mürekkebini giyerdi sırtına. Onu ilk
gördüğüm an vurulmuştum hemen. Sonrasında da tek tek renklerini yitirip
yazmamaya başladı. Sırf artık yazmadığı için başkaları tarafından atılma
tehlikesi taşıdığı için gizli eşyalarımı
sakladığım kağıttan kutuma koyup orda gizlemeye başladım. Ta ki benim için değerli olan o kutum bir ev
temizliği esnasında kaybolana kadar. Nasıl üzüldüğümü ve kalbimin ne derece
kırıldığını tahmin edersiniz. Gözyaşlarımın bana verdiği güçle çok zor
unutabilmiş ve çok zor kabullenebilmiştim bu durumu. Sonbahara öpücüklü bir el
sallayarak soru işareti olan buluta yöneldim. Bulut hala hatırıma hiçbir şey
getirmiyordu. Ne demişti ses? “çocukluğunda bıraktığın” aşk? Sonbahar?
Mutluluk? Hüzün? Kalp kırıklığı? Canlılara olan sonsuz sevgim? Bunların hepsi
nadir de olsa az ya da çok hala bende var olan, bırakmadığım yanlarımdı. O
halde bende bu denli bilinmezlik duygusu yaratan bu tek buluta binmeliydim. Zaten bunca zamanda çözemediğime
göre gerçekten de baya baya unutulmaya yüz tutmuş, çok uzaklarda kalan bir
yanımdı, o anılarda bıraktığım. Havada süzülürken, martı ya da kelebek gibi
değil adeta toprakta akarak ilerleyen bir yılan gibiiydim. Ve nihayetinde
bindim bulutun üstüne. Zaten o kadar renkliydi ki inişimde hiçbir sorun
yaşamamıştım (inişlerde oldukça dengesizimdir de). Bulut bir müddet hiç kıpırdamadan
bekledi. Sonra hafifçe öksürür gibi birkaç ses çıkardı ve beni yavaş yavaş
çevrelemeye başladı. İlk başta sadece ayaklarımın altında iken, bu sisli
renkler sağımı, solumu, önümü, arkamı,
ve nihayetinde tüm bedenimi de kaplayarak beni içine aldı.
Buraya ilk girişimden bu yana hiç oturmadan ayakta,
kulaklıklarımı değil çantamı dahi çıkarmadan öylece dikiliyorum.. Odaya giren
bir öğretmen arkadaşımın “günaydın” demesiyle pencereye sırtımı döndüm ve ben
de kocaman bir gülümseme eşliğinde “günaydın” dedim. Pek sık konuşmadığımız,
aslında gözlemlerim neticesinde zaten çok da konuşkan olmayan adam belki de ilk
defa gözlerimin içine baktı ve gülümseyerek karşılık verdi. Sonra bir sandalye
bulup oturdu. Bense sakin adımlarla odadan çıkıp bahçe kapısına doğru yol
aldım. Bahçe kapısının önünde durup karşıdaki büyük parka bir göz attım.
Dışarda, çocuklarını erkenden okula getirmiş birkaç veli gördüm. Yanlarına
gidip yine tüm mimiklerime yayılmış gülümsememle “merhaba” dedim. Şaşırarak
“merhaba?” dediler. Sanırım benden merhaba’nın devamını beklediler. Ama ben
önümdeki üç küçük mahkuma doğru eğilerek “çocuklar bol bol oynayın ve eğlenin,
dersleri takmayın” dedim. Veliler aşırı rahatsız olsalar da bu deliye bir şey
demekten kaçındılar (daha önce de belirttiğim gibi bu okula yeni geldiğim için,
öğretmen olduğumu da bilmiyorlardı, işin doğrusu tipimden de pek
anlaşılmıyordu). Çocuklar ise kıkırdayarak kendi aralarında bir şeyler
konuşmaya başladılar. Duydukları şey hoşlarına gitmiş olmalıydı. Onları o
şekilde orda bırakıp, arkamdan beni izleyen gözlerin gölgelerini ensemde
hissederken, bulduğum ilk otobüse atlayıp ortamdan uzaklaştım. Kuğulu Park’a gitmek için indim otobüsten.
Kayıp parçamla birleşmişliğin verdiği hafiflikle arşınladım kaldırımları.
Acelem yoktu, gözlerim gülüyor dudaklarım susuyordu. Parka geldiğimde
insansızlığın kalabalığında çokçuldum. Kuğuları seyre dalabileceğim bir bank
bulup oturdum. Serin rüzgar ve ağaçların rengi sonbahardı.
“beni gördüğün ilk an nasıl da heyecanlandın öyle” dedi.
Gülümsedim.
“o kadar zaman sonra, bunca unutulmuşluğun ardından beni
tekrar istemendi asıl heyecanlandıran”
“biliyorum..”
Kısa bir sessizliğin ardından:
“sormaya çekiniyorum belki de korkudur bu hissettiğim
bilmiyorum; ama yine merakıma yenilerek soracağım” dedim. Biraz durduktan sonra
devam ettim “senden uzaklaşmaya attığım o ilk adım, hangi anımda saklı?” yanıt
yine sorumun bitişiyle aynı anda kulaklarımdaydı
“kendine olan inancını yitirmeye başladığın an, ilk ne
zamandı?”
Gözlerim doldu. Boğazıma geçmişte akıtamadığım gözyaşlarım
oturdu, her biri tek tek dilimi yaktı. Düşüncelerim o dünyaya girmeye
korkuyorlardı, oraya kuşbakışı bakmaya çalıştım. Okullar … bu eğitim öğretim
(!) yuvalarında “toplum zincirlerini” boğazına ve ayak bileklerine nasıl takman
gerektiğini öğretirler. Oyun arkadaşlarınla yarışıp onları geçmen gerektiğini,
birincilerin sevildiğini, özgürce koşanların dışlandığını, sessiz, sakin ve her
şeye boyun eğenlerinse ödüllendirildiğini. Ben okula yeni başladığım sıralarda
özgür bir çocuktum. En azından o zamandan önce yaklaşık yedi yılımı özgürce
koşarak ve çamura batarak geçirmiştim. Başarılı olmak, arkadaşlarımı geçmek
gibi bir gayem yoktu. Koşsam yeterdi mutluluğuma. Ama sevilmezsem,, bir çocuk
özgürken sevilmiyorsa ve “yaramaz” etiketi altında, sorularına dahi cevap
verilmeyecek denli dışlanıyorsa.. işte bunlar her çocuğu acıtır. Sevilmek ve
kabullenebilmek için koşmalarımdan, doğayı keşiflerimden vazgeçip, ders
çalışmak adına eve kapanıp, gereksiz bilgileri, sonradan unutacağıma emin bir
şekilde beynime beynime sokmaya zorladığım zamandı, ilk kendime olan inancımı
yitirmem. Dışarda böcek incelemek saçmaydı çünkü veya ağaçlardan evler yapıp
çer çöple atçılık oynamak da. Evde oturup tarih ezberlemek, savaşları öğrenmek,
ırkını üstün bulmak, ne dediğini anlamadığın arapça dualar ezberlemekti doğru olan. Bunları düşündükçe boğazımdan göz
pınarlarıma akan anılar birer birer uçuşuyorlardı yıldızlara doğru. Onların
yukarıya süzülüşlerini izlerken, kalbimi sıkıp duran kerpetenin başı da
gevşiyor ve göğüs kafesim rahatlıyordu. Çantama uzandım ve içinden not
kağıdıyla kalem çıkarıp yazmaya başladım (bu da küçüklüğümden kalma bir
alışkanlıktı işte, yazmak).
Her şeyin üstünden epey zaman geçmiş gibi hissediyorum. Her
saniyesini hissedersen dakikalar bir saati bulduğunda, zamanın içinde akreple
yelkovan arasında bir fark olmadığını anlayabiliyor insan. Böyle bir saat, kaç
haftaya bedel olur? Peki ya böyle bir hafta kaç yıla? Bana bir saat gibi gelen
bir yılın ardından, aslında her saati bir aymış gibi yaşamışlığın verdiği
karmaşık zaman çökertme işlemimin beynimin tam orta yerinde gerçekleşmiş
olduğunu artık net bir şekilde söyleyebilirim. İnsanlar için var olan zamanın
ötesinde bir yerdeyim bu evde. Güneşin her doğuşunu izleme şartı dışında hiçbir
kural koymadım kendime. Yemek istediğimi yedim, içmek istediğimi içtim, uykum
gelince yatağa gittim ve uykum bitince uyandım. Daha basit bir anlatımla
anlatılmazdı herhalde yaşamım. Bunun dışında ise yapmak istediğim şeyi yaptım, yazdım.
Hapishanemden kurtulduğumdan bu yana, ay ışığının altında parlayan yakamozlar
gibi, kendi rengimde parlıyorum. Avını gözüne kestirmiş bir aslanın sessiz
hazır oluşundaki o düzenin içinde bir yer buldum kendime. Tek kelimeyle şunu
diyebilirim, yaşıyorum. Eminim yıllar öncesinde, toplum tarafından kabul görmek
adına bıraktığım, yıllar sonrasında ise bana gelmesi için yalvardığım ve bu
yakarışlarımı cevapsız bırakmayan parçamı merak ediyorsunuzdur. Ne? Benim onu
çağırmadığımı mı düşünüyorsunuz? O kendiliğinden bana geldi sanıyorsunuz elbette,
çünkü hikayemi eksik anlattım. Siz de haklısınız.
Biraz daha geriye gidelim, her taneciğin ayyuka çıktığı zamana. Yeni bir okula tayin isteme kararı aldığım dönemlerde derin
bir buhran içindeydim. Gerek, mahkum yaşamımın farkındalığının ayyuka
çıkmasından gerekse sürüye uymanın verdiği iç huzursuzluğundan dönüp kendime
dedim ki “belki de ortam değiştirmelisin”. Belki de? Birkaç belki sonra hiçbir
belkimin esas belki olmadığını anlayıp robotlaşmaya başladım. Robotlaşmazsam,
duygularımı katarsam yani, yalnızca mutsuz bir insandım. Yine aşırı sıcak yaz
günlerinden birinde, üst üste yaşadığım talihsizliklerin verdiği o sinirle, otobüse
binmeyip yürüme kararı aldım. Katettiğim kilometrelerce yolun bacak kaslarıma ve ayak
tabanlarıma verdiği ağrı sonrası yolumun üstündeki parkta durdum. Oturup
soluklanmak için, manzarasında ağaçların ve güvercinlerin olduğu banklardan
birine kuruldum. Doğayı izlemek sık sık yaptığım bir şeydi. Ama mutsuzluğuma
yetemedi. Bir çok şey denememe rağmen bu
yoğun histen bir türlü kurtulamıyor, üstüne bir de buna sinirleniyordum.
Üstelik en sevdiklerim de en uzaktaydılar, kendimi koca dünyada bir başına
kalmış gibi hissettim o an. Yalnızlığın karanlık kuyusuna yüz üstü düşüyor ve
buna engel olamıyordum. Her ne kadar dişlerimi sıka sıka kendimi tutmaya
çalışsam da kalbimden beynime ordan da gözlerime gelen çığlıklarımı
engelleyemedim, sağanak halde yağmaya başladılar. Şapır şapır dökülen gözyaşlarım
uzun bir süredir güçlü kalmaya çalışan beni yıkıp paramparça etmişti. Bu
hayatta gerçekten çok mutsuzdum. Oysa mutsuz olmak için, biri mi ölmüştü? İşim
mi yoktu? Aç mıydım? Sağlıksız mıydım?, hiçbir neden yoktu(!) sadece mutsuzdum.
Bir şey eksikti. Bir şey,, gözyaşlarım yavaş yavaş dinmeye başladığında
çantamdan not defterimi çıkarıp yazmaya koyuldum
İçimde tarif
edemeyeceğim bir boşluk var. Yoksa eskiden burayı dolduran bir ben mi vardı?
Ben? Hey ben neredesin? Görmüyor musun sensiz ben bir hiçim. Orda mıydın yoksa
hiç mi olmadın? Ama bir zamanlar ben mutluydum. Demek ki sen vardın,
gerçeksin..Şuan belki deliriyor bile olabilirim. Ama bu düşünce beni neden
heyecanlandırdı? Seni bulmak istiyorum. Ama senle nasıl iletişime geçmem gerektiğini
bilmiyorum. Sadece bir şeyler deniyorum kendi çapımda. Belki de böyledir?
Olabilir mi? Neredesin? Seni sonbaharın
içinde, sarılara bulanmış ve bu halinden oldukça memnunken düşlüyorum. “valse”
ezgileri beynimden kalbime doğru hücuma geçiyorlar, duyuyor musun? Bu, tek güzel savaş sanırım. Notaların bana
saldırmalarından memnunum. Peki sence neden saldırıyorlar? Neden savaşıyorlar
da sevişmiyorlart? Bu da yine senle alakalı bence. Bunu şuan fark ediyorum. Sen
olmadığın için bu kavga bu telaş. Seni bulmak istiyorum. Belki de hemen yanı
başımdasındır da benden kaynaklı bir göremeyiştir bu. Tıpkı karıncaların bizi
göremediği gibi. Belki de bunca zaman senin farkında olmadığım için
kırgınsındır bana. Ya da bunca zaman, seni görememekte direten bana bir
sınavdır bu. İnanıyorsam, seni bulmak adına uğraşmalıyım. Ben olsam uğraşılmak
isterdim. Demek o halde kesinlikle durumun bu. Yoksa bu boşluk boşuna olamaz.
Bu kadar anlamsız olamaz. En azından bir ipucu var elimde. Kaç ipucu sonra
bulurum kokunu? Neyi çok merak ediyorum biliyor musun? Biz birleştiğimizde
neler, hangi renkler çıkacak içimizden? Hangi suyu içecek hangi besini
öğüteceğiz içimizde? Belki de daha önce hayallerime hiç değmemiş bir renk
saracak evreni ve biz senle bambaşka düşlere şarkılar söyleyeceğiz. Bu evrenin
dışına taşacağız, tüm fizik ve matematik kurallarını yok sayarak yeni bir benlikte
yeni bir enerji doğuracağız. Ve bu evrende her türlü canlı ve cansız varlık
sadece mutlu olacak. Dert ve mutsuzluk nedir hiç bilmeyecekler. Biz senle
birleştiğimizde yer, gök olacak. Herkes her şey uçabilecek, akıl sınırlarından
taşıp deliliğin özgürlüğüne kavuşacak, ne insan hayvan ne de hayvan bitki ve
bir bakteri hiçbiri birbirinden ayrılmayacak. Ya da belki biz senle
birleştiğimizde yaşadığımız şu evren yerli yerinde dursa dahi bir deniz
yıldızının hayatı kurtulmuş olacak . benim boşluğuma o da yeter. Sen yeter ki
gel..
O gün bu satırlar istem dışı çıkmıştı kalemimden. Her harf
ve kelime kendi akıcılığında yönetmişti beni. Düşündükçe yazıyor yazdıkça
düşünüyordum. İşin en ilginç kısmı ise yazım bittiğinde başımı kaldırdığım an,
iki güvercinin birbirlerine gagalarını değdirerek sevgi öpücükleri
kondurmasındaydı. Bu, çok büğülü bir zaman dilimiydi. Aylar sonrasında bir
sonbahar sabahı ansızın gelmişti çağırdığım. O rengarenk bulutun içinde onu
gördüğümde hemen hatırladım. Kalp atışlarım saatin tik taklarını geçmişti
heyecandan. Ve ben tıpkı o güvercinler gibi dudağımdan dudağına verdim tüm
sevgimi. Sonra o dudağımdan ağzıma ordan da kalbime girdi. O zamandan beridir
de boşluğum yok benim.
{Dışarda böcek
incelemek saçmaydı çünkü veya ağaçlardan evler yapıp çer çöple atçılık oynamak
da. Evde oturup tarih ezberlemek, savaşları öğrenmek, ırkını üstün bulmak, ne
dediğini anlamadığın arapça dualar ezberlemekti
doğru olan. Bunları düşündükçe boğazımdan göz pınarlarıma akan anılar
birer birer uçuşuyorlardı yıldızlara doğru. Onların yukarıya süzülüşlerini
izlerken, kalbimi sıkıp duran kerpetenin başı da gevşiyor ve göğüs kafesim
rahatlıyordu. Çantama uzandım ve içinden not kağıdıyla kalem çıkarıp yazmaya
başladım (bu da küçüklüğümden kalma bir alışkanlıktı işte, yazmak).
“Güldü. Dişleri bembeyazdı, tertemiz parladı. Tıpkı gözleri gibi.
Gözlerinde güneşi gördüm ve diğer yıldızları. Gülüşünde baharın kokusu vardı,
içime çektim. Bana sonbaharı hatırlatan bir duruş içinde, hani kar yağar da
başını kaldırıp bakarsın göğe, öyle bir sevinçti kalbimde hissettiğim. Onun
çocuksuluğu mu bana geçmişti, yoksa benle o iç içe mi geçmiştik? Ona soramadım,
sadece baktım. Görmeye devam etmek arzusu kalbimin atışlarını hızlandırırken,
ayaklarımdan beynime bir titreme geliyordu. Onu ellerimde, tenimde,
dudaklarımda, kalbimde, beynimde.. Beynimde hissediyorum onu beynimde !
Gözlerimi kapadım, gülümsemesi bendeydi artık. Dışardan bakan biri diyebilirdi
ki “bu gülen bir peri”, başka biri “hayır martı bu” derdi. Oysa, ruhumdu.
Denizin sakinliğindeki ruhum. Uzun zamandır unutulmuşluklarda kalmasına rağmen,
hiç zayıflamamış, neşesinden bir gram kaybetmemiş ruhum. Onu aldım, canıma
sardım. Koynumda uyuyacaktı artık her gece. Kabuslarım son buldu böylece.”}
Her ruh kendine has bir yapıya sahiptir. Ama biz insanlar
kendi ruhlarımızı bir kenara bırakıp aynılaşmaya çalışırız. Tek bir ruh
varmışçasına hareket eder ve taklitler sonucu hapishanelerimizi kendi
ellerimizle inşa ederiz. Artık o hapishanelerde herkes tek tip ve aynıdır.
Şarkı söylemek isteyen kaç ruh var acaba, bedeni tarafından mühendis olmaya
terk edilmiş. Ya da dans edecekken garsonlaştırılmış. Burası kayıp ruhlar
dünyası. Senin ruhun hangisi? İçindeki boşluğu dolduruyordu bir zamanlar. Belki
de çamurlardan tabak yaptığın bir döneme aittir? Gizli gizli yazdığın şiirlerin
dizelerinde unutulmuştur belki? Peki sen hangi hapishanedesin? Bu tutsaklıkta
bizi kalmaya zorlayan güç, bir yanılsama olabilir mi? Ama biliyorsun
zaten, hayat kısa ve kuşlar uçuyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder